yüreğinizin şiir adresi !
...ben edebiyattan ibaretim...KAFKA

Forumlar » Genel » Genel Konular » Serdar Yıldırım Hikayeleri


  Yazar   Mesaj
Serdar102 Online status
№: 227  Tarih: 2023-10-09 11:52 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye


KIZILDERİLİ MASALI
Evvel zaman içinde küçük bir oğlu olan bir Kızılderili reisi varmış. Bu Kızılderili reisi oğlunu usta bir avcı olarak yetiştirmek istediğinden her gün ormana avlanmaya götürürmüş. Günlerden bir gün ormanda avlanırken, Kızılderili reisin oğlunu maymunlar kaçırmış. Kızılderili reisi daldan dala atlayarak kaçan maymunları uzun süre takip ettikten sonra izlerini kaybetmiş. Daha sonraki birkaç gün oğlunu arama çabalarını sürdüren Kızılderili reisi, umudunu kaybetmiş ve üzgün bir şekilde kabilesine geri dönmüş. 

Aradan günler geçmiş. Fakat geçen günler gideni geri getirmediğinden üzüntüsü artan Kızılderili reisi, oğlunu bulmadan rahat olamayacağını anlayarak, en güvendiği adama kabilenin yönetimini bırakmış, oğlunu aramaya çıkmış. Kızılderili reisi yıllarca dağlarda, ormanlarda oğlundan bir iz bulmak umuduyla dolaşmış, durmuş. Oralarda gördüğü avcılara maymunların kaçırdığı oğlunu anlatmış. Oğlunun akıbeti hakkında bir şey bilip bilmediklerini sormuş. Avcılar böyle bir durumdan haberleri olmadıklarını söylemişler. Kızılderili reisi yılmadan, usanmadan arayışlarını sürdürmüş. Dağlarda, ormanlarda yüzlerce kez ölümle burun buruna gelmiş. Pek çok vahşi hayvanla gırtlak gırtlağa gelerek hayatını savunmuş. Yaralarını kendisi tedavi etmiş. Kızılderili reisin akıllara durgunluk veren var olma savaşını ve oğlunu bulmak için gösterdiği sonsuz gayreti sürekli olarak izleyen Manitu, sonunda, onun oğluna kavuşması gerektiği düşüncesinden yola çıkarak yardımcı olmaya karar vermiş. 

Bir gün, bir ormanda Kızılderili reisi oğlunu ararken, yerde yatan yaralı bir maymun görmüş. Kızılderili reisi maymuna biraz su içirince, maymun gözlerini açmış ve Manitu’nun izniyle dile gelmiş:  “ Reis biliyorum, oğlunu arıyorsun. Merak etme, yakında oğluna kavuşacaksın. Oğlunu maymunlar sultanı kaçırmıştı. Çok yaşlanmıştı. Tahtını bırakacağı bir varisi yoktu. Diğer maymunları ise sultan olabilecek yeterlilikte görmüyordu. Senin oğlunu görünce çok beğendi. İşte maymunların yeni sultanı dedi. Yaşlı sultan birkaç yıl sonra öldü. Senin oğlun maymunların sultanı oldu. Yaşı küçüktü ama çok cesurdu, çok yetenekliydi. Hiçbirimiz onun gözlerine bakmaya cesaret edemiyorduk, ondan korkuyorduk. Bu korku, ona duyulan saygının bir nedeni olsa gerek. Ayrıca çok da adaletliydi. Maymunlar arasındaki ilişkilerde olsun, maymunlarla diğer ormanlılar arasındaki ilişkilerde olsun haksızlık olmasına, hak yenmesine izin vermezdi. Doğruluk onun temel prensibiydi. Bu nedenlerden dolayı ona birer köle gibi itaat ettik. Şimdi on sekiz yaşında ve genç bir insan oldu. Uzun boylu, yakışıklı ve hayli güçlü. Birkaç gündür bu ormanda bulunuyor. Nedenini bilmiyorum. Güneşin battığı yöne doğru git. Onu yerde değil, ağaç dalları arasında ara. Ararken de “ Sultan…Sultan…Maymunların sultanı. Ben geldim, baban geldi “ diye ara sıra bağırırsın. O, senin çağrına uyarak yanına gelir. Benim adım Bonte’dir. Daldan dala atlarken yere düştüm. Sıradan bir maymun sayılırım. Ölümüm fark edilmez bile. Bunlar son sözlerimdir. “ 
Kızılderili reisi Bonte’yi gömdükten sonra güneşin battığı yöne doğru uzun süre gitmiş. Arada bir de “ Sultan…Sultan…Maymunların sultanı. Ben geldim, baban geldi “ diye bağırmış. Nihayet ağaç dalları arasında genç sultan gözükmüş ve aşağı inerek babasının yanına gelmiş. Baba oğul daha sonra hasretle kucaklaşmışlar. 

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Kızılderili reisi oğluna; “ Gel oğul, kabilemize dönelim. Ben orada, sen de benim yanımda gereksin. Kabileden güzel bir kız seçer, evlenirsin, bana bir torun verirsin “ deyince oğlu da “ Baba hakkın var, söylediklerin olacak. Fakat hemen seninle dönmemi isteme benden. Nedenini de sorma. Sadece sen kabileye döndükten sonra benim de geleceğimi bil yeter. “ 
Kızılderili reisi oğlundan ayrıldıktan iki ay sonra kabilesine geri dönmüş. Döner dönmez de kıskıvrak yakalanıp işkence direğine bağlanmış. Gün dönmüş, akşam olmuş. Tamtamlar çalmaya başlamış. Orta yere yakılan ateşin çevresinde Kızılderili savaşçılar toplanmışlar ve reisin gelerek töreni başlatmasını bekliyorlarmış. Az sonra büyük çadırdan reis çıkmış ve tören alanına doğru yürümeye başlamış. İşte tam bu sırada korkunç bir çığlık duyulmuş, çığlığı atanın bir sarmaşığa tutunarak alana indiği ve reisin üstüne atıldığı görülmüş. Maymunların sultanı reisi etkisiz hale getirip ayağa kalktıktan sonra bir ıslık çalarak yüzlerce maymunun alana gelmesini sağlamış. 

Ne olup bittiğinin farkına varamayan ve şaşkın bir halde bakınıp duran Kızılderili savaşçıları maymunlar sultanının “ Ben işkence direğinde bağlı olan reisin oğluyum. Birçoğunuz beni hatırlarsınız. Maymunlar beni kaçırmıştı. Sonra ben maymunların sultanı oldum. Burada yüzlerce maymun var, ormanda ise binlerce. Silahlarınızı atın ve teslim olun. Hiçbirinize bir şey olsun istemem. Babam yine reisiniz olacak ve kabilede eskisi gibi her şey çok güzel olacak “ demesi üzerine silahlarını atıp teslim olmuşlar. İşkence direğinde bağlı bulunan babasını kurtaran maymunların sultanı, daha sonra babasının yıllar önce kabileden ayrılırken yönetimi bıraktığı en güvendiği adamı ve birkaç Kızılderili’yi bir çadırda bağlı olarak bulmuş ve kurtarmış. 
Maymunların sultanı iki yıl önce kabilesine geri dönerken ormanda çocukluk arkadaşlarından birkaçına rastlamış. Onlardan kendisi kaçırıldıktan sonra babasının onu aramaya çıktığını ve kabilenin yönetimini en güvendiği adama bıraktığını öğrenmiş. Fakat altı ay önce bir komplo ile yönetim değişikliği olduğunu ve şimdiki reisin yönetimi ele geçirdiğini söylemişler. Hiç mi hiç memnun değillermiş yeni reisten. Bunun üzerine maymunların sultanı kabileye gitmekten vazgeçmiş ve babasını aramaya çıkmış. Sonunda babasına kavuşan maymunların sultanı babasını kabileye geri dönmeye ikna ettikten sonra maymunlarıyla birlikte babasını takip etmiş. Babasının hiçbir şeyden haberi olmaması lazımmış, çünkü hazırladığı planında zorba reisin şüphelenmemesi ve onu kabilenin gözü önünde alaşağı etmek varmış. Maymunların sultanı babasına verdiği sözü tutarak kabileden güzel bir kızla evlenmiş. Doğruluk ve adalet ilkelerinden ödün vermeden yaşamını sürdürmüş. 

SON 

Yazan: Serdar Yıldırım

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 228  Tarih: 2023-10-09 11:54 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye


TİTREK TAVŞAN
Ormanda her gün kurulmakta olan tavşanlar pazarı, havanın kararmasıyla birlikte, dağılıyordu. Sergisini toplayan tavşan pazar yerini terk edip gidiyordu. Vakit geç olup da pazar yerinde tavşan kalmayınca bir tavşan pazara gelirdi. Sırtında boş çuvalıyla ve bu boş çuval tezgâh altlarında kalmış, kıyıya köşeye atılmış, satılmamış havuçlarla ve bazı yiyeceklerle dolacaktı. Daima gölgelerden, acaba bir gören olur mu korkusuyla, yorgun ve titrek adımlarla. İşte, bu tavşan yoksul, yetim, garip bir tavşandı. Adı Titrek Tavşan’dı. O, böylesine bir düşkünlük içinde olmanın çıkar yol olmadığını biliyordu. Fakat çaresizdi. Bir yuvası vardı, bu yuvada iki de oda. Bu odalardan birinde çok sevdiği Pembe Tavşan ve iki yavrusuyla birlikte kalıyordu. Diğer odada ise havuç yetiştiriyordu. Artık ne kadar havuç yetiştirebilir bunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Havuçlar olgunlaşınca Titrek Tavşan bunları satacak ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktı. 

Bir gün Titrek Tavşan, ormanın karşısındaki tepeye doğru yürüyüşe çıkmıştı. Tepenin gerisinde deniz görünüyordu. Sahil yakındaydı. Birden kumların üzerinde bir martı dikkatini çekti. Bu martı, kanadı kırık, yaralı bir martıydı. Uçamıyordu. Oldukça zor durumdaydı, çünkü çevresi sekiz tane yengeç tarafından kuşatılmıştı. Kanadı kırık, yaralı martı, yengeçlerle amansız bir ölüm kalım savaşına girmişti. Kurtulmak için ileri atıldıkça önü bir yengeç tarafından kesiliyor ve yengeç korkunç kıskacıyla martıyı yakalamak istiyor, fakat martı, canhıraş feryatlarla karşı koyuyor, gitgide tükenmekte olan gücüyle hayatını savunuyordu.  Titrek Tavşan, bu durumu görmezden gelemezdi. Tüm cesaretini toplayıp martının yardımına koştu. Yengeçler daha ne olduğunun farkına varamadan, martıyı kucağına aldığı gibi, bir keklik gibi sekerek, onların aralarından sıyrıldı. Hızla koşarak olayı ilk gördüğü tepeye çıkan Titrek Tavşan, kucağındaki martının bayılmış olduğunu fark edince, onun iyi bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu düşünerek, balıkçı Ziya Kaptan’ın yaşadığı deniz kıyısındaki kulübeye geldi. Martıyı Ziya Kaptan’a teslim eden Titrek Tavşan, yuvasına geri döndü. 

Aradan bir ay geçti. Geçen zamanla birlikte havuçlar olgunlaşmıştı. Titrek Tavşan, havuçları pazarda sattı. Kendine, Pembe Tavşan’a ve yavrularına elbise aldı. Ne zamandır hep aynı elbiseleri giymekten bıkmıştı, rengi solmuş, yamalı elbiseleri. Yoksulluk ömür boyu mu sürecekti? Hep böyle yoksul mu kalacaklardı? Yoksulluğun bir çaresi yok muydu? Eğer varsa bu çare neydi? Hani Titrek Tavşan yuvasının bir odasında havuç yetiştiriyordu ya şimdi o odada havuç kalmamıştı, çünkü havuçlar satılmıştı. Titrek Tavşan, buradaki toprağı şöyle bir alt-üst etti. Havuç tohumu attı. Suladı. Artık iş zamana kalmıştı. Nasılsa zaman geçecekti. Elbet bir gün gelir bu havuçlar da olgunlaşırdı. 

Titrek Tavşan, bir sabah havuç yetiştirdiği odaya girince hayretler içinde kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Toprağın üstündeki olgun havuç yaprağıydı. Ama nasıl olurdu daha tohum atalı on gün bile olmamıştı. Bu kadar kısa sürede havuç yetişmesi olanaksızdı. Yaprak olgunlaşmıştı tamam da bakalım toprağın içinde havuç var mıydı? Orayı eşeledi, burayı eşeledi. Aldı havucun birini dişledi, aldı bir başka havucu daha dişledi, tuttu bu iki havucu yedi, bitirdi. Enfesti havuçlar, tatlıydı. Titrek Tavşan bu havuçları da pazarda sattı. Memnundu yuvasına dönerken, çünkü iyi kazanmıştı. Daha sonraki günler de birbirinin tıpatıp benzeri şekilde geçti. Titrek Tavşan havuçları pazarda satıyor, ertesi gün, yine oda havuç dolu oluyordu. 

Bir akşamüstü Titrek Tavşan’ın kafası bu konuya takıldı. Nasıl oluyordu da, tohum atmadığı halde, toprakta havuç bitiyordu ve bu havuçlar bir gecede olgunlaşıyordu? Bu soruların bir açıklaması olmalıydı ve ne oluyorsa gece oluyordu. Demek ki, geceleri bir şeyler dönüyordu havuç yetiştirdiği odada. Titrek Tavşan hemen kararını verdi. O gece, odada sabaha kadar bekleyecek ve ne olup bittiğini anlayacaktı. Akşam yemeğini yedikten sonra, havuç yetiştirdiği odaya geçti. Kapıyı kapadı. Kapının yan tarafına koyduğu sandığın içine girdi. Sandığın tahtaları arasındaki deliklerden, odanın her tarafı rahatça görünüyordu. Titrek Tavşan dikkatini tam karşıdaki pencereye verdi. Yerden oldukça yüksekte olan bu küçük pencere odanın havalandırılması için kullanılıyordu. 

Vakit gece yarısı olmuştu. Aniden dışarıdan kanat sesleri duyuldu. Bir martı pencereden odaya girdi. Ayaklarının arasında küçük bir torba vardı. Martı, bu torbadaki havuç tohumlarını toprağa serpiştirdi. İşini bitirdikten sonra pencereden uçup, gitti. Zamana karşı şartlandırılmış tohumları toprak hemen kabul edecek ve her geçecek bir saatte bu tohumlar on gün geçirmiş olacaktı. Titrek Tavşan, vefakâr martıyı hemen tanıdı. Bu martı, birkaç ay önce, yengeçlerin parçalamak istedikleri kanadı kırık, yaralı martıydı. Demek ki, Ziya Kaptan yaralı martıyı iyileştirmiş ve kurtarıcısının kim olduğunu söylemişti. Martının, Titrek Tavşan’a can borcu vardı ve bu borcunu cana can katarak ödüyordu. 

Titrek Tavşan, birkaç gün sonra bir kamyonet satın aldı ve yetiştirdiği havuçları bu kamyonetle pazara gö türmeye başladı. İki yavrusu da zamanla büyümüşler, genç birer tavşan olmuşlardı. Onlar da babaları Titrek Tavşan’la birlikte pazara gidiyorlardı. Titrek Tavşan, yol boyunca şu şarkıyı söylüyordu: 

“ Benim adım Titrek Tavşan 
Ben, pazarda havuç satarım 
İşte yanımda şimdi yavrularım 
Ben, onlarla gurur duyarım 
Her gün pazara gideriz biz 
Tavşanlara havuç satarız..” 

Bazı günler kamyonetin peşi sıra bir martıyı uçarken görüyordu ve yavaşlıyordu. Az sonra, kamyonetle martı bir hizaya geliyor ve martı ile Titrek Tavşan selamlaşıyordu. Daha sonra martı hızını arttırıyor ve ileri doğru uçup gidiyordu. Titrek Tavşan ile martı böyle uzaktan uzağa bir birlikteliği uzun süre sürdürdüler. Fakat bir kez olsun bir araya gelip konuşamadılar. Bunun nedenini biz bilemeyiz. Belki de böylesi daha iyi oluyordu. Onlar gönüllerince mutluydular, huzur doluydular. Onların mutluluğunu engellemek bize yakışık almaz. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 229  Tarih: 2023-10-09 11:56 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye


KELOĞLAN ZENGİNLER ÜLKESİNDE  
Zaman zaman içinde, zaman saman içinde, saman duman içinde, yaman bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan çok çalışkanmış. Çok çalışır, çok kazanırım umuduyla köyünden ayrılmış, şehre çalışmaya gitmiş. Günler, haftalar, aylar birbirini kovalamış, fakat Keloğlan istediğini bir türlü elde edememiş. Şehirde iş varmış var olmasına da bulduğu işler sürekli olmazmış. Beş gün çalışır, üç gün boş gezer, bir hafta çalışır, on gün boş gezer iş ararmış. Çalıştığı günler biraz para arttırırmış, boş gezdiği günlerde bu para ile geçinirmiş. Sonuçta sıfıra elde var sıfır. Ne uzar ne kısalırmış. İstermiş ki, devamlı çalışacağı bir işi olsun, para biriktirsin. Şöyle kocaman bahçeli bir evi olsun. Evin içine yeni eşyalar alsın, giyinsin, kuşansın. Bayram günlerinde bile hep aynı elbiseyi giymek zorunda kalmasın. 

Ülkesinde hangi şehre gitse bu durumun değişmeyeceğini düşünmüş. Çocukluğundan beri bolluk ve refah ülkesi diye adını sıkça duyduğu Zenginler Ülkesi’ne gitmek üzere yollara düşmüş. Günlerce, haftalarca yol yürümüş. Sonunda Zenginler Ülkesi’ne varmış. Uğradığı ilk köyün girişinde evinin kapısı önüne kurduğu çardak altında oturan bir adama rastlamış. Keloğlan adama uzun yoldan geldiğini, çalışmak istediğini, iş aradığını söylemiş. Adam, Keloğlan’a dik dik bakmış ve sinirli bir şekilde sormuş: “ İş bulup da ne yapacaksın? “ 
Keloğlan: “ Çalışıp para kazanırım “ demiş. 
Adam otururken birden dizlerinin üzerinde doğruluvermiş. Öncekinden daha da sinirli bir şekilde: “ Parayı ne yapacaksın? “ diye sormuş. Adamın son sözüne Keloğlan çok bozulmuş. Şöyle bir yutkunmuş. O anda aklına geleni söylese kavgaya neden olacağını düşünüp vazgeçmiş. Sakin bir şekilde: “ Kazandığım para ile temiz elbiseler alırım. Bağ-bahçe alırım. Ev alırım. Yeni eşyalar alırım. Mal sahibi olurum. Para ile başka ne yapılır ki? “ demiş. 

Keloğlan’ın cevabına adam kahkahalarla gülmüş. “ Sen çok yaşa emi Keloğlan “ demiş. “ Yıllar var ki, ne ağladım ne güldüm. Sen beni güldürdün, ben de seni güldüreyim. Bak Keloğlan, bizim ülkeye Zenginler Ülkesi derler. Bu ülkede para kullanılmaz. Zaten her ihtiyacın karşılanır. 

Burada her şey pek boldur
Dere akar paldır küldür
Elma, armut daldan düşer
Çardak altında uyunur.

Giysilerim temiz urba
Dert ve keder yoktur burada
Ekmek, yemek bedavadır
İşte lokantamız şurada.

Karşıdaki evde oturan komşu şehre taşındı. Orada sen otur istersen. Satın alma yok, kira yok. Her ay yeni elbise, ayakkabı dağıtılıyor. Günde üç öğün köy lokantasında bedava yemek veriliyor. Bahçede meyve ağaçları, ceviz ağaçları pek boldur. Ye, iç, yat, keyfine bak. “ 

Keloğlan o gün eve yerleşmiş. Durup dururken ev-bark sahibi oluvermiş. Adamın çardağının karşısına kendi de bir çardak kurmuş. Akşama kadar yan gelmiş yatmış. Akşam yemeğine komşusuyla beraber gitmişler. Sofrada yok yokmuş. Etli yemekler, kavurmalar, tatlılar, pilavlar, hoşaflar çeşit çeşitmiş. Keloğlan şimdiye kadar böyle bir sofra görmemiş. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemiş, içmiş. Sofra başında baygınlıklar, fenalıklar geçirmiş. Keloğlan’ı zorla sofradan uzaklaştırmışlar. Evine getirip yatağına yatırmışlar. Keloğlan o gece sabaha kadar uyumuş. Sabah kahvaltısına yine komşusuyla beraber gitmişler. Ballı-börekli, pastalı-çörekli kahvaltı yapmışlar. Sonra evlerine gelip çardak altında oturmuşlar. Öğlen oldu haydi yemeğe, akşam oldu haydi yemeğe, sonra yatıp uyumaya, bu böyle tekdüze şekilde aylarca sürmüş. Keloğlan gün geçtikçe kilo almış, şişman bir oğlan olmuş. Keloğlan adı unutulmuş. Köydekiler kendisini Şişmanoğlan diye çağırmaya başlamışlar. 

Bir gece evinde uyurken rüya içinde rüya görmüş. Her çeşit yiyecek ve içeceğin bulunduğu büyük bir sofrada kendisini yemek yerken görüyormuş. Yemiş içmiş, yemiş içmiş, içtikçe şişmiş, şiştikçe şişmiş, sonunda boom diye patlamış ve yerlere yayılmış. Bu durumu acıma duygusu ile seyreden Keloğlan’mış. Şişmanoğlan’a doğru çok sert bir hareketle hızla dönmüş. Kaşlarını çatmış:  “ İşte gördün Şişmanoğlan. Rüya içinde gördüğün rüya bitti. Şimdi ben senin asıl rüyanım. Böyle bol bol yiyip bel bel bakınmaya, yan gelip yatmaya devam edersen sonunun ne olacağını anladın. Eskiden sen de benim gibiydin, Keloğlan’dın. Kuvvetliydin, çeviktin, çalışkandın. Ya şimdi şu haline bak. Parmağını bile kıpırdatmak sana zor geliyor. Sorarım sana aylardır bu Zenginler Ülkesi’ndesin. Ne kazandın sanki? Dur, hiç boşuna düşünüp de yorulma. Cevabını söyleyeyim: Hiçbir şey kazanmadın, ayrıca sağlığını kaybettin. Bana bak Şişmanoğlan. Benim canımı sıkma. Ya eski günlere geri dönersin, ya da her gece rüyalarına girer, bu sopayla seni döverim “ demiş, sopayı kaldırmış ve Şişmanoğlan’a vurmaya başlamış. Şişmanoğlan gördüğü korkulu rüyadan feryat ederek uyanmış. Ter içindeymiş, her tarafı ağrıyormuş. 

“ Akşam yemeğinde haddinden fazla pilav yemiştim. Bu korkulu rüyayı görmemin sebebi bu herhalde “ demiş kendi kendine. Rüyasında gördükleri hatırına gelmeye başlamış. Sonunda, rüyasındaki Keloğlan’ın söylediklerinin mutlak doğru olduğuna karar vermiş. Açıklamasını ise şöyle yapmış: İnsanın mutlaka çalışması lazım geldiği, çalışmadan yaşamanın tembellik olduğu, tembelliğin insanı bunalımlara sevk edeceği, bunalımın ortaya çıkış biçiminin insandan insana değişebileceğini, kendisinde bu durumun bol bol yemek yeme şeklinde meydana geldiğini ve bunun sonucu olarak şişmanladığının bilincine vardığını, bu zor durumdan kurtulmanın tek yolunun yeniden çalışmaya başlamak olduğunu anlamış. 
Bu durumu bir kağıda yazıp, bu kağıdı defalarca okumalarını, yaptıkları yanlışı fark etmelerini rica etmiş. Kağıdı yatağının üzerine bırakmış. Sabah güneş doğarken bir daha dönmemek üzere Zenginler Ülkesi’ne veda edip memleketine, evvelce yaşadığı şehre doğru yollara düşmüş. Eskiden olduğu gibi, çalışkan günlerin yakın olduğunu biliyor, hayalinde tığ gibi Keloğlan’ı görür gibi oluyormuş. 

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Limon Kokulu Masallar — Yakamoz Çocuk — Yayın Yılı: 2015 Sayfa: 144-157
Elma Kokulu Masallar — Yakamoz Çocuk — Yayın Yılı: 2015
Masal Ülkesi — Revzen Kitap — Yayın Yılı: 2015 Sayfa: 7-22
Masal Dünyası — Çıra Çocuk — Yayın Yılı: 2011 Sayfa: 33-38

Keloğlan Masalları — Çocuk Gezegeni — Yayın Yılı: 2012 Sayfa: 131-136
Keloğlan Masalları — Akvaryum Yayınevi — Yayın Yılı: 2009 Sayfa: 54-58
Keloğlan Zenginler Ülkesinde — Fora Yayıncılık — Yayın Yılı: 2011 Sayfa: 3-22
Masal Saati TİK TAK — Yakamoz Çocuk — Yayın Yılı: 2014 Sayfa: 176-192
En Güzel Keloğlan Masalları — Yakamoz Çocuk — Sayfa: 195-210

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 230  Tarih: 2023-10-09 11:57 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye


GEZGİN ŞEHMUZ İZNİK'TE
Gezgin Şehmuz bir gün İznik'e gitmiş. İznik sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra göl kıyısına gelmiş. Atını bir ağaca bağlayıp, kıyıdaki büyük taşların bulunduğu yere gidip oturmuş. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, suyun içinde bir deniz kızı peydah olmuş. Gezgin Şehmuz şaşırmış, şimdi bu deniz kızı da neyin nesi, diye düşünmüş.
Deniz kızı:  " Selam Gezgin Şehmuz, nasılsın? " deyince Gezgin Şehmuz daha çok şaşırmış. Öyle ya hadi gölden deniz kızı çıktı, bu olabilir gibiymiş ama deniz kızının kendisine adıyla hitap etmesi olacak şey değilmiş. Nereden tanıyormuş ki, bu deniz kızı Gezgin Şehmuz'u? 
Gezgin Şehmuz kendini toparlayıp şöyle demiş:  " Sağ ol güzel deniz kızı. İyiyim de şu anda epey şaşkın durumdayım. Ben deniz kızlarının sadece masallarda var olduğunu bilirdim. Daha önceden tanışık olmadığımız halde adımı bilmeniz beni çok şaşırttı. Konuyu açıklığa kavuşturmanızı istemek hakkım sanırım. "

Deniz kızı gülümsedikten sonra şunları söylemiş:  " Tabii Gezgin Şehmuz, bu senin hakkın. Gölün altında büyük bir yeraltı şehri var. Dipteki su kanallarından geçilerek yeraltı şehrine inilir. Sokaklar ve evler suyun içinde kurulmuştur. Su kanallarının kapakları özel bir durum yoksa daima kapalıdır. Ender olarak bizden biri göle çıkar. Biz oradan burayı yani dünyadaki insanların yaşayışlarını inceleriz. Daha doğrusu sizi seyrederiz. Konuşmalarınızı duyarız. Sizleri tanırız, biliriz.  Yaşantınıza karışmayız. Olaylara müdahale etmeyiz. Bu bir çeşit sihirli aynalar aracılığıyla gerçekleşir. Ben yeraltı şehri kralının kızı Prenses İrona'yım. Gezgin Şehmuz'un göl kıyısına geldiğini görünce durur muyum? Hemen çıkıp geldim. Ne dersin, gelmekle iyi etmedim mi sence? "

" İnan bana deniz kızı gelmene çok sevindim. Ayrıca anlattıkların düşünce ufuklarımı genişletti. İnsanlar çoğunlukla günübirlikçidir, günü yaşamaya, günü kurtarmaya bakarlar. Gelecek hırs vermez, geçmiş ders vermez. Düşünceler belli kalıplar içinde sınırlanmıştır. Bu dar kalıplar içindeki düşünceler körelmiştir. İleri gitme şansı yoktur, tersine daima geriye gider. Bu dar kafa zihniyetinden kendini kurtarabilen, düşüncelerini belli kalıpların dışına taşırabilen özgün düşünme yeteneğini elde eder. Özgün düşünme, kişiye özel sadece o kişinin beyinsel fonksiyonlarının ürünü olan bir sistemdir. Bu yeteneğin kazanılabilmesi için, önce okuyup öğrenmek sonra da öğrendiklerini doğru olarak yorumlayıp, öğretebilecek duruma gelmek gerekir. Gezip dolaşmanın, yeni insanlar tanımanın konu üzerindeki önemi inkar edilemez. "

" Gezgin Şehmuz, sen bir söz ustasısın, bir filozofsun. Şu anda yeraltı şehrinde konuşmalarımız dinleniyor ve yazıcılar bunları kaleme alıyorlar. Az önce söylediklerin bizlere hayatımız boyunca yol gösterici olacaktır, yolumuzu aydınlatacaktır. Bir önerim olacak, bilmem nasıl karşılarsın? Bu konuşmalar masal havası içinde kitap olarak hazırlansa, torbalara konup buraya getirilse, sen atına yükleyip, bu şehirde ve gideceğin şehirlerde, köylerde halka parasız olarak dağıtır mıydın? Bitince geçerken uğrar, yenilerini alırdın. İnsanlara faydası büyük olurdu bu fikirlerin. "

" Prenses İrona, gerçekten asilce bir davranış içindesiniz. Karşılık beklemeden insanlara iyilik yapmak güzel bir duygudur. Önerini kabul ediyorum. "
Daha sonraki günlerde Prenses İrona'nın getirdiği torbalar dolusu kitabı Nicea'da ( İznik'te ) ve çevre köylerde dağıtan Gezgin Şehmuz mutlu bir şekilde oradan ayrılmış. Yeni şehirler görmek üzere yola düşmüş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 234  Tarih: 2023-11-14 18:44 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye


YAVRU BALİNA İLE KÖPEKBALIKLARI
Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu’nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın yanına gelerek: “ Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar “ dedi.
“ Annemi yerler mi insanlar? “ diye sordu yavru balina.
“ Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem, insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. “
“ İnsanlar kötü yaratık desene? “
“ Hem de çok kötü yaratık. “
“ O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. “
“ Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. “

Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı.
Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde:  “ Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam “ dedi.
“ Çocuğu parçaladın mı? “ diye sordu, başkan köpekbalığı.
“ Hayır, parçalamadım “ dedi yavru balina.
“ Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? “
“ Çocuğu yuttum. “
“ Yuttun mu? “
“ Evet, yuttum…Çocuk şimdi midemde. “
“ Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerideki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acımak yok. “

Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları, bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti:  “ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina:
“ Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. “
“ Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni…”
Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina:
“ Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden “ dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak, denizin derinliklerine yolladı.

Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince, başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk, yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi:  “ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “
“ Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? “
“ Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? “
“ Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? “
“ Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum.”
“ Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet.”
“ Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? “

Yavru balina olanları anlattıktan sonra:  “ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “
“ Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? “
“ Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil. 
“ Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. “
“ Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? “
“ Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. “
“ Seni seviyorum, Mark.”
“ Ben de seni seviyorum, Sili. 

Mark oradaki deniz feneri bakıcısının çocuğuydu. Biraz sonra koşarak deniz fenerine gitti ve babasıyla annesine durumu anlattı. Babası, telsizle olanları yetkililere bildirdi. Hep birlikte ellerinde kovalarla yavru balinanın yardımına koştular. Denizden kovalarla aldıkları suyu yavru balinanın üstüne döktüler. Fakat ne çare, gücü gitgide tükenmekte olan yavru balina, çocuğa; Mark, hatıram unutulmasın, insanlar beni unutmasınlar, dedi.  Yetkililer olay yerine ulaştığında, baba, anne ve çocuğun hıçkırıklarla ağladığını gördüler. Yavru balina kurtarılamadı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

 

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 235  Tarih: 2023-11-14 18:44 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye

 

CÜCE KADININ ÖLÜM KORKUSU
Tek katlı, ahşap köy evindeki hareket birden duruldu. Sevincin yerini üzüntü aldı. Ayşe Hanım doğum yapmış, kız çocuğu dünyaya getirmişti. Ufacık-tefecik, küçücük bir kız çocuğu. Aradan on yıl geçti, on beş yıl geçti, yirmi yıl geçti, ama onun boyu 95 cm. idi, yani 1 metre bile değil. Daha sonra da boyu hiç uzamadı zaten, hep 95 cm. kaldı. Siyah saçlı, kahverengi gözlü ve güzel yüzlüydü. İyi kalpli, düşüncesi berrak, iradesi güçlüydü. Fakat zaman zaman elinde olmadan insanların bakışlarından etkileniyor ve bazı geceler sabaha kadar ağlıyordu.  Meral yirmi beş yaşındayken kendinden 10 cm. daha uzun olan Hakkı adında zengin bir adamla evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Oğlunun boyu normaldi, daha dokuz yaşındayken annesinden bir karış uzundu. Hakkı’yı çiftlikteki akrabaları öldürünce, Meral dağlara kaçtı. Buna sebep Hakkı’nın cüce olmasıydı. Akrabaları onu kısa boyundan  dolayı yüz karası olarak görüyordu. Nasılsa miras oğluna kalıyordu; hem oğlu cüce değildi. Hakkı’nın bir çocuğu daha olsa ve cüce kalsa. İşte buna izin vermeyecekti akrabaları.

Meral dağlara kaçarak canını kurtarmıştı, yoksa onu da öldüreceklerdi. Onun mağaralardaki, ağaç kovuklarındaki yaşamı uzun sürdü. Elbisesi yırtık-pırtık, ayakkabısı ise yoktu. Yalınayak geziyordu. Yorgan yoktu, battaniye yoktu, yatak yoktu. Çok zordu kış günleri, sabahları uyanınca zangır zangır titriyordu. Bazı günler elleri-ayakları buz kesiyor, damarlarında donan kanı hareket ettirmek için ağzıyla hohluyordu. Sıcacık odada karnı tok olarak bulunsaydı bundan hiç şikâyet etmezdi. Dağlarda bulduğu sebze ve meyveleri yiyor, dereden, gölden su içiyordu. Ispanak ve pırasa pişmiş olarak servis yapılınca yemek kolay ama Meral bunları çiğ olarak yiyordu. Zorluğunu denemeyen bilmez. Bir de ekmek vardı. Sıcacık, mis kokulu ekmek. Bazı şeylerin değeri yokluğunda fark edilir. Meral ekmek bulamamasına çok içerliyordu. Artık tadını unuttuğu, adını zar-zor hatırlayabildiği ekmek.

Aradan on altı yıl geçti. Dağlarda geçen on altı yıl. Meral elli yaşındaydı. Sıcak bir yaz gecesi uyku tutmuyordu. Ormanda uzanmış yatıyordu. “ Oğlum, diye düşündü, Meral. Canım oğlum, acaba şimdi nerededir? Büyük bir ihtimalle çiftliktedir. Yirmi beş yaşında olmalı. Belki evlenmiştir. Aslan gibi olmuştur. Şöyle uzun boylu, yakışıklı. Beni hatırlar mı ki? Anacığını. Tabi hatırlar, o zamanlar dokuz yaşındaydı. Oralara geri dönsem oğlumu görebilir miyim? “ İşte, Meral’in düşündüğü son cümle onu harekete geçirdi. Aniden ayağa kalktı ve çok uzaklardaki çiftliğe doğru yola çıktı.  Günlerce yol yürüdü Meral, dağdan dağa geçti. Önüne kurt çıktı. Ağaca tırmanarak zor kurtuldu. Kurt onu ayak bileğinden ısırmıştı. Kanayan yaranın üstüne yaprak koyup sarmaşıkla sardı. Ertesi gün davul gibi şişti ayak bileği. Bazı günler ağrıyan ayağının acısına dayanamayıp saatlerce baygın yattığı oldu. Zamanla ayağı iyileşti. Yara tamamen kapandı. Meral tekrar çiftliğe doğru yürümeye başladı. Meral, aylar sonra çiftliğin yakınlarına geldi. Çiftliğe yaklaşmıştı ki, at üstünde genç bir adam Meral’in önüne çıktı:   “ Dur, kimsin? Adın ne senin? “ diye sordu.
Cüce kadın: “ Adım Meral “ diyebildi.
Genç adam: “ Meral mi? Tanıdım seni. Sen benim annemsin. “
Cüce kadın: “ Annen miyim !? “
Genç adam attan inip cüce kadının önünde diz çöktü, ellerini tuttu:   “ Annemsin. Ben senin oğlun Emin’im. “
“ Emin, sonunda kavuştum sana. Babanı akrabaları öldürdü. Ben dağlara kaçıp canımı kurtardım. Seni bulma isteği yaşama sevincimi ateşledi. Dayanılması güç acılar çektim, ama ölmedim. Canım oğlum, kocaman adam olmuşsun. “
“ Evet, anne, kocaman adam oldum. Babamı öldürenleri kendi ellerimle kolculara teslim ettim. Altı yıldır dağlarda gece-gündüz demeden hep seni aradım. İşe bak ki, ben seni bulamadım, sen beni buldun. Sen annelerin annesisin. “

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

 

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 236  Tarih: 2023-11-14 18:45 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye


DEV HAMSİ
Yavru hamsi annesi ile birlikte Karadeniz’de yaşıyormuş. Onlar sık sık deniz yüzeyine çıkıp etrafı seyrediyormuş. Yavru hamsi annesini sorduğu sorularla bunaltıyormuş: “ Anne, bu dünya niye var? Sen neden varsın? Ben neden varım? Bu deniz niye dalgalı? Neden büyük balıklar küçük balıkları yiyor? “
Annesi yavru hamsinin sorduğu sorulara bir cevap bulamazken, yavru hamsi bir soru daha sormuş: “ Anne, sen anne olmuşsun ama neden az büyümüşsün? Pek çok balığın yavrusu senden büyük. “
Bunun üzerine annesi: “ Yavrum, hamsiler en çok yirmi santimetre olurlar. Bizim cinsimiz böyle. Fazla uzamıyoruz. “
Yavru hamsi: “ Anne, balinalar yirmi metre olurmuş. Ben de büyüdüğümde yirmi metre olabilir miyim? Bunun için ne yapmam gerekir? “
Anne hamsi: “ Canım yavrum, beni geçen yıla döndürdün. Aynı şeyi ben de düşünmüştüm. O zamanlar senin kadar bir yavruydum. Palamut sürüsü, bizim sürüyle birlikte annemi de yutmuştu. Tek ben kurtulmuştum ama bu koca denizde yalnız ve çaresiz kalmıştım. Birden uzaklardan gökkuşağı belirdi. Gökkuşağının altından geçenin dileği kabul olurmuş. Çok uğraşmama karşın, gökkuşağına erişemedim. “
Yavru hamsi: “ Anne, gökkuşağının altından geçebilseydin, ne kadar büyümek isterdin? “
Anne hamsi: “ Dünya denizlerinde yaşayan en büyük balık olmak isterdim. Değil palamut beni yutacak, köpekbalıkları bile benden korkardı. “

Anne hamsi birden bakışlarını uzaklara çevirmiş. Gözlerini kısmış. Denizle göğün birleştiği yere yakın, çok uzaklarda, gökyüzünde, gökkuşağı belirmiş. İki ay önce deniz dibine kırk bin tane kadar yumurta bırakmış ama tamamına yakını deniz canlıları ve balıklar tarafından yenmiş, yutulmuş. Sadece bu, şimdi yanında olan ilk ve tek yavrusu yumurtadan çıkıp, dünyaya merhaba demiş. Onun sorduğu sorulara bakıp da bazı yaşam normlarına diş geçirebileceğini anlamış. Standartlar paramparça olmalıymış. Böylece denizaltı dünyasında hamsi, değişim geçirerek, yeniden doğarmış.
Anne hamsi: “ Bak yavrum, ileride gökkuşağı belirdi. Git ve onun altından geç. Dilek dilemeyi unutma. “

Yavru hamsi hızla ileri atılmış. İşte gökkuşağı oradaymış. Hemen şimdi altından geçerim, diye düşünmüş. Aya giden füzeden daha hızlıymış. Yeryüzünün tüm karmaşasını önüne katmış, kovalıyormuş. Aniden önüne bir palamut çıksa ne yazarmış? Bir palamut değil, bin palamut bir damla duman olsa üfler geçermiş. Yavru hamsinin şansına gökkuşağı bu sefer yakındaymış. Gökkuşağının altından geçerken, dünya denizlerinde yaşayan en büyük balık olmak istiyorum, demiş.
Yavru hamsi hareketlerinin yavaşladığını fark etmiş. Başı dönüyor ve gözleri kararıyormuş. Ağır ağır ilerlemeye devam etmiş. Başının dönmesi geçmeye başlamış. Artık gözleri kararmıyormuş. Etrafında toplanan balıklar, hayret dolu bakışlarla ona bakıyorlarmış.
“ Ne kadar da büyük! “
“ Hamsi değil mi o? “
“ Hiç bu kadar büyük hamsi olur mu? “
“ Olmaz ama olmuş işte. “ diye konuşuyorlarmış.
“ Fazla yanına sokulmayalım, bizi yutmasın. “
“ Akıllım, hamsiler balık yemez ki, onlar planktonla beslenir. “
“ Kaç metre var bunun boyu? “
“ Yirmi metre var. “
“ Hey, dev hamsi, sen bu boyla Karadeniz’de barınamazsın, okyanusa gitmelisin. “
Dev hamsi konuşmuş: “ Neden barınamazmışım? Ben bu denizde doğdum. Ben Karadeniz hamsisiyim. “
“ Normal boyutlarda olsaydın olurdu ama bu boyutlarda olmaz. Dev gövdeni besleyecek kadar plankton burada bulamazsın. Karadeniz’in iki yüz metreden aşağısında yaşam yoktur. Dar alanda hareketlerin kısıtlanır. Var git okyanusa dünya seni tanısın. “
Dev hamsi iki gün oralarda annesini aramış. Balıklardan öğrendiğine göre, hamsi sürüsü ile birlikte annesi de, palamut sürüsünü peşine takmış, İstanbul Boğazı’ndan Marmara’ya kaçmış. Zaten okyanusa gitmek için, Marmara’dan geçmesi gerekliymiş. Dev hamsi, annesini Marmara Denizi’nde arayacakmış.

Dev hamsi bir hafta boyunca annesini Marmara’da aramış ama bulamamış. Yavruyken palamutlara yakalanmayan annesi şimdi hiç yakalanmazmış. Balıkçı ağlarına takılmadıysa, bir yerlerde mutlaka saklanıyormuş. Bu iri cüssesiyle onu kıyıda, köşede araması olanaksızmış. Dev hamsi daha sonra Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Ege’ye, oradan da Akdeniz’e ulaşmış. Dev hamsiyi kıyılardan ve gemilerden gören insanlar fotoğrafını çekmiş.

Dev hamsi dört ay Akdeniz’de kalmış. Pek çok yeri gezmiş, dolaşmış. Burada yaşayan deniz canlılarıyla arkadaş olmuş. Birkaç yerde köpekbalıklarıyla karşılaşmış. Ortalama dört-beş metre boylarındaki köpekbalıkları dev hamsiye hayret dolu bakışlarla bakmışlar. Çok şaşırdıklarını söylemişler. Ona dostça davranmışlar. Nasıl olup da bu kadar büyüdüğünü sormuşlar. Dev hamsi de olanları anlatmış. Gördüğü ilgiden memnun kalmış. Daha sonra bir yılan balığının kılavuzluğunda Cebelitarık Boğazı’nı geçip, Atlas Okyanusu’na giriş yapmış.
Dev hamsi, yılan balığı ile birlikte, önce kuzeye doğru uzun süre gitmiş. İzlanda yakınlarına kadar gelmişler ama giderek soğuyan hava onları caydırmış. Ters yüz edip geri dönerek, Brezilya kıyılarına sokulmuşlar. Daha sonra güneydoğuya doğru yüzerek, Afrika’yı dolanıp, doğuya ilerlemişler ve Avustralya’ya ulaşmışlar. Dilden dile, gönülden gönüle dev hamsi adı ulaşmış ve dünya denizlerinde ünü giderek yayılmış. O, şöhret basamaklarını hızla tırmanmış.

On yıl sonra: İnsanlar arasında en çok tanınan kimmiş? Dünyada yaşayan yedi milyar insan varmış. Bu kadar insanın tanıdığı bir kişi olamazmış. Dünya denizlerinde yaşayan yüz milyardan fazla canlının hepsinin tanıdığı varmış ve o da, dev hamsiymiş.
Okyanusa çıkalı beri aradan on yıl geçmiş ve dev hamsi on yaşına girmiş. Hamsiler, en çok dört yıl yaşarmış. Hamsi yine hamsi ama boyutları arttığı için, yaşam süresi uzamış. Dünyada insan dışındaki canlı varlıklar arasında yaşam süresi açısından şöyle bir kural varmış: Genelde küçük canlılar az, büyük canlılar çok yaşarmış. Yirmi santimetrelik hamsi dört yıl yaşarsa, yirmi metrelik hamsi kırk yıl yaşarmış. Bu bir doğru orantıymış. Balinalar ortalama kırk yıl yaşadığına göre, hamsi balinası da varsın kırk yıl yaşasınmış.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

 

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 237  Tarih: 2023-11-14 18:45 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye

 

KELOĞLAN İLE KEL OLMAYAN ADAM
Eski zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan yemek saatleri dışında evde eğlenmez gezermiş. Yakın köylere, kasabalara gider, arkadaş edinir, durup durup gerinirmiş. Yolda yürürken adıyla seslenip İbrahim diyenlere dönüp bakmaz, pire için yorgan yakmazmış. Bir elin nesi var, Keloğlan'ın takkesi var dermiş ama ak akçe kara gün içinmiş ve kara gün çokmuş, cepte akçe yokmuş.

Denize olta atmış, eski bir çarık çekmiş. Çarığı denize atmış, balıkları korkutmuş.
Yollar patika yol, omuz altında iki kol. Bu kol sağ, bu kol sol kol, mintanı da pek bol.
Üzüme bakmış kararmamış, güneş altında sararmamış. Çölü geçmiş kurumamış, hayata gülmüş, üzülmemiş.

Hal ve gidişi böyle olan Keloğlan bir gün kel olmayan bir adamla tanışmış. Bu adam Serdar Yıldırım'mış. Zamanda yolculuğa çıkmış ve aramış, Keloğlan'ı bulmuş. Bildiği atasözlerini birbirine karıştırmış ve bir kağıda yazıp Keloğlan'a okumuş.

Taşıma suyla değirmen döndüren adamın tatlı dili yılanı deliğinden çıkarmaz.
Tokken açın halinden anlayan tilkinin dönüp dolaşacağı yer, mağarasıdır.
Dili kılıçtan keskin olan denize düşünce yılana sarılmaz.
Dost tatlı söylediği için, attığı taş baş yarmaz.
Dağdan köyü görünce kılavuz istemeyen ormanda kaybolur.
Güneş girmeyen doktorun evi balçıkla sıvanmaz.

Eğer Serdar Keloğlan'ı gıdıklamasa Keloğlan'ın bunlara güleceği yokmuş. Ama Serdar'ın dostluğu iyiymiş. Kısa zamanda Keloğlan'la can ciğer kuzu sarması olmuşlar. İkisi birlikte kasabaya doğru giderken, hışımla yürüyen biri Keloğlan'a yandan çarpmış, geçip gitmiş. Peşinde kılıçlı bir manga fedai varmış.

Keloğlan sormuş: " Kim bu böyle ya? "
Serdar cevap vermiş: " Fatih Sultan Mehmet. İstanbul'u fethetmiş, geri dönüyor. Senin zamanının Konstantinopolis'i. "
Keloğlan: " Sağına soluna dikkat etmesi gerekir. Beni yere düşürecekti. "
Serdar: " Onun gözü dünyayı görmez, seni mi görecek? Ya ben İstanbul'u alırım ya da İstanbul beni, demiş. İstanbul'u aldı. Sonradan ya Roma beni alır ya da ben Roma'yı demeye başlamış. Ama Roma'yı alamadı. Roma onu aldı. Roma'ya siz Rim diyorsunuz. "
Keloğlan: " Nasıl yani? "
Serdar: " Roma üstüne sefere çıkmaya hazırlanırken zehirlendi. 49 yaşındaydı. "
Keloğlan: " Zehirlendi diyorsun ama yaşıyor. Az önce bana çarpmıştı. "
Serdar: " Demek ki zamanda yolculuğa çıkmış, zaman gezgini olmuş. "
Keloğlan: " Rim üstüne sefer hazırlığında olmasın? "
Serdar: " Yok daha neler? Zaman gezginleri büyük kader değişikliklerine sebep olamazlar. "
Keloğlan: " Bu Sultan Mehmet hangi ülkenin sultanı? "
Serdar: " Osmanlı Devleti'nin sultanı yani padişahı. "
Keloğlan: " Osmanlı Devleti mi? O da nereden çıktı? "
Serdar: " Yumurtadan. Şimdi Anatolikon'da (Anadolu'da) hangi devlet var? "
Keloğlan: " Selcukiyân-i Rum. "
Serdar: " Rum Selçuklu Sultanlığı yani Anadolu Selçuklu Devleti. Sonradan bu devlet parçalanacak, beyliklere bölünecek. Bu beyliklerden Osmanlı Beyliği zamanla diğer beylikleri ele geçirerek büyüyecek devlet olacak. Anadolu'da birliği sağladıktan sonra yönünü İstanbul'a ve Avrupa'ya dönecek. İstanbul'u aldıktan sonra Avrupa'daki pek çok devletin topraklarını zapt eden Osmanlı Devleti'ne Osmanlı İmparatorluğu denecek. Bir de bunun Orta Doğu ve Kuzey Afrika boyutu var. 600 küsür yıllık Osmanlı yaptığı savaşlarla hatırlanır olacak. "

Keloğlan: " Osmanlı İmparatorluğu sonradan ne oldu? "
Serdar: " Paramparça oldu. Elde kalan bir bu Anadolu düşman çizmeleri altında eziliyordu ama Başkomutan Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş Savaşı başladı. Mustafa Kemal uzun uğraşlardan sonra Anadolu'yu düşmanlardan temizledi ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Türk halkı O' na Atatürk soyadını verdi. 4 ay kadar oldu Cumhuriyet'imizin 90. yılını kutladık. Nice 90 yıllara diyelim. "
Keloğlan: " Buralar düşman dolmuşken Mustafa Kemal kurtarmış. O'nu bir görebilsem. Sence zamanda yolculuğa çıkmış mıdır? "
Serdar: " Bilmem hiç karşılaşmadım. Bir gün karşılaşırsam sana haber veririm. Birlikte Mustafa Kemal Atatürk'ün yanına gideriz. "
Keloğlan: " O günü sabırsızlıkla bekleyeceğim. "

SON

 

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 244  Tarih: 2024-02-05 09:59 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye


HİKAYE YAZARI ÖMER SEYFETTİN İLE SERDAR YILDIRIM
Tarih 4-Ağustos-2023 Bursa'da bir kitap mağazasında çok değerli yazarlarımızdan Ömer Seyfettin ile beraberim:  " Sayın Ömer Seyfettin, bakın burası üç katlı bir kitap satış mağazası. İçinde binlerce kitap var.
Ömer Seyfettin: " Ya Serdar, beni buraya neden getirdin? Ben 1920 yılını hatırlıyorum. O zamanlar 36 yaşındaydım. İstanbul'da bir lisede öğretmenlik yapıyordum. "
" Evet doğru, bunları ben de biliyorum ama sizin bilmediğiniz bir şey var. 1920 dediniz. O zamandan şimdiki zamana 103 yıl geçti. 103 yıl sonra siz neredesiniz, hikayeleriniz nerede? "
" Ben o hikayeleri yazdım, durdum. Bir İstanbul gazetesinde bunlar her gün tefrika halinde yayınlanırdı. Biliyor musun Serdar, yurdumuzu düşmanlar istila ettiğinde ben subaydım. Çanakkale taraflarında askeri ciple gidiyorduk. Gökyüzünde bir yazı belirdi. Fethun karib.  ( Çanakkale’ye cephesini ziyarete giden heyeti edebiye içerisinde bulunan Ömer Seyfettin, yolda karşılaştıkları fevkalade bir hadiseyi Müjde adını verdiği hikayesinde anlatmıştır. Gün ağardığında heyet gökyüzünde ince bir duman ile “fethun karib” yazdığını müşahede etmiştir. Fethun karib, yakın bir fetih anlamındadır. ) 1915 yılı başlarıydı. Ne oldu? Neler oldu? Yolda gelirken ben Türküm dedin. Türkiye Cumhuriyeti dedin. Türkiye Cumhuriyeti'ne bravo da Osmanlı ne oldu? Bırak Osmanlı İmparatorluğu'nu Anadolu ne oldu? "

" Mustafa Kemal 19-Mayıs-1919 tarihinde Samsun'a çıktı. "
" Bunu biliyorum. "
" Türk Ordusu ve Mustafa Kemal bir buçuk yıl Sakarya Irmağı doğusunda konuşlandı. Mustafa Kemal onlara savaş öğretti. Türk Ordusu Mustafa Kemal önderliğinde ileri atıldığında yunan askerleri şehirleri, köyleri yakarak kaçtı. Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Tarihe ismini altın harflerle yazdırdı. "
" Mustafa Kemal adını daha önce defalarca duymuştum. Cumhuriyet yıllarına ömrüm vefa etmedi. Şu an çok sevinçliyim ve çok mutluyum. "
" Mustafa Kemal kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. 10-Kasım-1938 'e kadar 15 yıl bu görevini devam ettirdi.  24 Kasım 1934 yılında Atatürk soyadını aldı. Artık O Mustafa Kemal Atatürk'tü. "
" Serdar, Atatürk hakkında kitaplar var mı burada? "    
" Evet var. "
Atatürk kitapları reyonuna gittik ve Ömer Seyfettin'e kitaplarda yazılanları okudum. Her iki dakikada bir Ömer Seyfettin tarafından, Atatürk ayakta alkışlandı. Daha sonra birlikte Ömer Seyfettin kitapları reyonuna yöneldik. İki elime birer kitap aldım. Bakın, dedim, bu kitapta Kaşağı hikayeniz var. Bu kitapta da Kütük hikayeniz bulunuyor. 
Ömer Seyfettin: " Vay benim canlarım, ciğerlerim. Aradan 103 yıl geçmiş ve hikayelerim unutulmamış. Bir yazar aradan 50 yıl geçmiş ve hatırlanıyorsa unutulmamış demektir. Artık o yazar olmuştur. Ey Serdar Yıldırım, ben artık yazar oldum mu? "
" Evet oldunuz, hem de çok değerli, unutulmaz bir yazar oldunuz. "
" Yaşasın, ben şimdi çok mutluyum. "
Ömer Seyfettin tansiyon ve şeker hastasıydı. Atina'da 10 ay esir kaldı.  İstanbul'a geldikten sonra tansiyon ilaçları kullanmaya başladı ama şeker ilacı yoktu. 6 Mart 1920 yılında aramızdan ayrıldıktan 2 yıl sonra şeker ilacı icat edildi. Şu şeker ilacını 4-5 yıl önce icat etseydiniz olmaz mıydı? Ömer Seyfettin size nice yeni hikayeler armağan ederdi. 

SON

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 245  Tarih: 2024-02-05 10:00 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye

KARDEŞLİK HİKAYELERİ
SIRTLAN ZOBO
Sırtlan gruplarının dışladığı, aralarında barındırmadığı Zobo adındaki sırtlan bir şehrin çok yakınlarına gelmişti. Çayırın ortasında toparlak bir şey dikkatini çekti. Bu neydi? Zobo, onu kokladı. Burnuyla ittirdi. Yuvarlanıyordu. Biraz daha, biraz daha derken, o yuvarlandıkça, Zobo zevk aldıkça, oyun sürdü. Daha sonra oyunu bıraktı. Yorulmuştu. Çimenlere yattı. Uyuyakaldı.
Zobo gürültüye uyandı. Tatlı tatlı gerindi. Anında gerinmeyi bırakıp büzüştü. Vitesi geri taktı. Geri geri gitti. Az sonra çalıların arasında görünmez oldu. Ama görüyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu dünyanın sahipleri yani insanlar, o yuvarlanan şeyin peşinden koşuyordu. Arada bir durup bağırışıyorlar sonra yine oyuna devam ediyorlardı. Tahta direklerin arasında biri o yanda, biri bu yanda, iki insan sabit bekliyordu. Eğer vuruş direklerin arasından geçerse gool diye bağırıyorlardı. Galiba bunlar iki ayrı takımdı ve maç yapıyorlardı. Bunları düşünürken toparlak şey yuvarlandı ve yanına geldi. Zobo fırladı, topu burnuyla ittirdi, ayaklarıyla vurdu, sahanın ortasına geldi. Zobo'yu görünce önce korkan insanlar, sonra alıştılar. Gol atınca onu alkışladılar. Koştu, koştu, insanlarla çoştu, başroldeydi ve kalıplaşmış bir takım fikirleri kırmak mümkündü.
Sonra insanlar gittiler, Zobo yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde çok bekledi insanlar gelir diye ama kimse gelmedi. Güçlü çenesiyle ısırarak topu patlattı. Ses yüksek frekanslıydı, çok korktu. Hızla koşarak oradan uzaklaştı. Dağlara gitti. İnsan yapısı top patlıyor ve korkutuyordu. Demek ki, insan da patlar ve korkuturdu. Bunun üzerine bir daha insanlarla karşılaşmamaya söz verdi.

SON

---------------------------------------------------------

PANTER
Panterin biri, bir ovanın ortasına bakkal dükkanı açmış. Özellikle su, sulu gıdalar ve et satışları çok oluyormuş. Panter bire almış, ona satmış. Parasına para katmış, zengin olmuş. Ovada yaşayanların eğitim eksikliği panterin dikkatini çekmiş. Bakkal dükkanının karşısına ticaret okulu yaptırmış. Pek çok yavru hayvan bu okulda okumaya başlamış. Ticaret dersine panter girerek ders vermiş. Onlara ticaretin kurallarını, ticarette nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmiş.
Bir yıl sonra okul ilk mezunlarını vermiş. Yavru ayı, yavru kurt, yavru tilki… şimdi kocaman olmuşlar. Mezun olur olmaz ovadaki tek ticarethane olan bakkala yönelmişler. Panter, suyu, eti kaça alıp kaça satıyor, araştırmışlar. Okulun masraflarını karşılamak için, karını giderek artıran ve bire alıp yirmiye satmaya başlayan panterden şikayetçi olmuşlar. Orman mahkemesi panteri suçlu bularak hapse atmış. Panterin ilk ziyaretçileri öğrencileri olmuş. Toplu halde gelen öğrenciler panterden özür dilemişler. Panter onları sessizce dinlemiş.
Ertesi gün panteri odasına çağıran hapishane müdürü, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, deyince, panter, ne demezsin, demiş. Hem biraz fazla iyi yetiştirmişim. Ticaret gelişsin, bölge kalkınsın derken, bu gidişle ticaret yok olacak.
Hapishane müdürü:  " Yok canım, öğrencileriniz bakkalı işleteceklermiş. Ticaret neden yok olsun? "
Panter:  " Bakın ben sıfırdan zirveye çıktım. Sıkıntılar yaşadım, fırtınalara göğüs gerdim. Onlar hazıra kondular. Paraşütle zirveye çıktılar. Küçük bir esinti karşısında direnemezler. Zirvede tutunamazlar. "
Aradan bir ay geçmemiş. İflas eden bakkal dükkanı kapısına kilit vurmuş. Okul zaten kapanmış, öğrenciler dağılmış. Kuraklığı yaşayan ovada bir damla suya hasret kalınmış. Ova mahkemesi davayı gözden geçirmiş ve panteri serbest bırakmış. Panter bakkal dükkanını yeniden açmış. Dükkan müşterilerle dolup taşmış. Panter kar marjını artırarak bire alıp elliye satmaya başlamış.
Panter okulu da açmış. Yeni öğrencilerine ticaret dersi vermeye başlamış. Derslerinde girişimci olmanın yararlarını ve girişimcinin korunması gerektiğini vurgulamış. Bir daha panteri hiçbir öğrencisi şikayet etmemiş.

SON

----------------------------------------------------------------

ANNE KANGURU
Bir kanguru varmış. Kesesinde yavrusunu taşırmış. Zamanla yavru büyümüş, keseye zor sığar olmuş. Ayrılık vakti gelmiş, çatmış.
Anne kanguru: " Benim güzel yavrum, artık büyüdün, kocaman oldun. Ayrılacağız, sen yoluna ben yoluma. "
Bunun üzerine yavru kanguru: " Anne, ne olur beni bırakma. Ben sensiz ne yaparım? "
Anne kanguru: " Ama canım, ben senin kadarken çoktan yalnız kalmıştım. Canımı dişime taktım, zorlukları alt ettim, hayatın kötülüklerine göğüs gerdim. Savaştım ve kazandım. "
" Anneciğim, canım benim. Ne olur, bir süre daha seninle kalayım. Gelişeyim, güçleneyim. O zaman hızlı koşarım. Dingolar, ( Avusturalya'da yaşayan bir köpek türü. ) beni yakalayamaz.
" Güzeller güzeli, Esat'ım benim. Aman, ağzından rüzgar alsın. Seni dingolara teslim etmem. Gerekirse birkaç ay daha sana bakarım. "
Ertesi gün yavrusuyla birlikte otlamakta olan anne kanguru ilerden gelmekte olan dingoları görmüş. Dingolar geliyor deyince yavru kanguru annesinin kesesine girmiş. Hızla kaçmaya başlayan anne kangurunun peşine dingolar takılmış. Giderek yaklaşmakta olan dingolardan kurtulamayacağını anlayan anne kanguru, yavrusuna şöyle demiş:  " Esat, dingolar yaklaşıyor. Şu köşeyi dönünce ağaçların arasına seni bırakacağım. Yere yat, sessizce bekle. Ben peşimdekilerden kurtulunca seni almaya gelirim. "
" Tamam oldu. "
Biraz sonra hafifleyen anne kanguru dingolarla arasını giderek açmaya başlamış. Sonunda dingolar, anne kangurunun peşini bırakmışlar. Anne kanguru çok uzaklardan geniş bir yay çizerek yavrusunu bıraktığı yere sabaha karşı gelebilmiş. Aramış, taramış, çalı diplerine, ağaç kovuklarına bakmış, bağırmış, yavrusu yokmuş. Günler sonra yavrusunu bulmaktan ümidini kesmiş ve ağlayarak bölgeyi terk etmiş. Yavrusunu başka bölgelerde arayacakmış.
Annesi Esat'ı bırakalı birkaç saat olmuştu ki, oradan geçmekte olan kanguruların kralı, Esat'ı görmüş ve yanına almış. Yavrusu olmayan kral, Esat'ı tahtının varisi olarak yetiştirecekmiş.
Böylece aradan on yıl geçmiş. Yaşlanan kral tahtını Esat'a bırakmış. Esat, kral olmuş. Kanguruları doğruluk ve adalet ilkelerine bağlı kalarak yönetmeye başlamış.  Kralın evlatlığı Esat'a tahtını bıraktığı haberini duyan anne kanguru çok heyecanlanmış. Yeni kral acaba onun yavrusu olabilir miymiş? Adı da yaşı da aynen tutuyormuş.
Anne kanguru saraya gitmiş. Görevlilere durumu anlatmış. Görevliler, olanları krala söyleyince kral hızla koşarak saray kapısında yaşlı gözlerle bekleyen annesine sıkıca sarılmış.
Esat uzun yıllar krallık yapmış. Annesini yanından ayırmamış. Bu zaman süresince kangurular çoğalmışlar. Dingolarla çetin bir uğraş içine girmişler ve onları yenmişler. Sayıları azalan dingolar, uzak diyarlara göç etmişler. Böylelikle kangurular dingo korkusu olmadan yaşamaya başlamışlar.

SON

-------------------------------------------------------------------

LAMA VE PUMA
Güney Amerika Kıtası'ndaki And Dağları'nda bir lama yaşıyormuş. Bu lamanın adı Heman'mış. Heman bazen sürüyle birlikte otlar, bazen yalnız gezermiş. Hayat güzelmiş, yaşamak güzelmiş, otlamak güzelmiş. Nereden gelmiş bilinmez bir puma ( Dağ aslanı ) ortaya çıkmış. Puma avlanmaya başlamış. Lamalar sağa sola kaçışmışlar ama puma her defasında bir lamayı yakalamış.  Lamalarda bir korku, bir telaş; geceleri bile uyuyamaz olmuşlar. Bir pumanın karnı doyacak diye yüz lama can pazarında, doğru mu bu?
Aradan yıllar geçmiş. Puma belası birkaç günde bir tepedeki mağarasından inerek lamaları avlamış. Son yedi yılda yedi yavrusu olan Heman'ın yavrularını puma almış. Heman, seneye yavrulamak istemiyormuş. Nasılsa puma kapacak diye öteki lamalara da yavru yapmamalarını söylemiş. Belki o zaman puma açlıktan ölürmüş.
Günlerden bir gün Heman tepedeki mağaranın önünde oynaşan dört puma yavrusu görünce, bela bir iken yakında beş olacak. Bunlar bir büyürse vah bana, vahlar size, demiş arkadaşlarına. Yandık ki hem ne yandık, soyumuz kuruyacak, demiş arkadaşları.
Bir yıl sonra avlanmaya başlayan beş puma kısa sürede lamaları kırıp geçirmiş. Geriye sadece Heman kalmış. Heman koşarak zirveye çıkmış. Ulu Kartal Kondor'a seslenmiş. Kondor gelmiş. Heman olanları anlatmış. Yardım dilemiş. Kondor, Heman'a acımış. Dileğini kabul etmiş. Sonraki günlerde pumaları birer birer avlamış.  Heman oralardan çok uzaklara giderek başka bir lama sürüsüne katılmış. Aradan zaman geçmiş bir yavrusu olmuş. Pumasız ortamda yavrusunu büyütmüş. Birlikte kırlarda özgürce koşup oynamışlar.

SON

Fikir: Serhat Yıldırım
Yazan: Serdar Yıldırım

 

   
Наверх
Serdar102 Online status
№: 254  Tarih: 2024-05-26 10:03 GMT
  

Members

Mesaj: 86
Ülke: Turkiye
 
MAGOSA ZİNDANINDA NAMIK KEMAL İLE BİRLİKTEYİM
Zaman gezgini olarak 150 yıl önceye gitmeyi düşledim ve Kıbrıs'ta bulunan Magosa zindanında olmayı istedim. Namık Kemal yerde, taş üstünde oturuyordu ve beni görünce ayağa kalktı. İlerici, çağdaş fikirlerle donanmıştı ve bir devlet yönetiminin tek bir kişinin tekelinde olmasını istemezdi. Bana seslendi: " Dur bakalım, aslanım, sen de kimsin böyle? Burada ne işin var? "
" Ben, gelecekten geldiğimi, söyledim. Tarih 9-2-2024. Adım Serdar Yıldırım, dedim. 
Namık Kemal: " Bak bu çok iyi. Yüz bilmem kaç yıl sonrasından geçmişe dönülüyorsa insanlık çağ atlamış demektir. Ben şimdi burada olmamı özgürlük, bağımsızlık, halkın kendi kendini yönetmesi dememe borçluyum. Arkadaş, sen boş biri değilsin ama dolu biri de değilsin. Senden şüphelendim. Doğrusu ne ise, sen onu söyle. "
Serdar: " Her sözünüzün altına imzamı atarım. Hepsi doğrudur. Boş değilim ama dolu da değilim. Bir gün dolduğumda dinamit gibi patlayacağım. " 
Namık Kemal: " Ben patladım da ne oldu? Sonradan kendimi bu zindanda buldum. Sen patlama. Sessiz ve derinden git. Bakışlarından anladım. Sen bana saygı duyuyorsun. " 
Serdar: " Sizin fikirleriniz gelecek nesilleri etkiledi. Bu fikirlerden etkilenen çağdaş özgürlük savaşçıları, Anadolu'da Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, bunu başardı. Osmanlı sizden 35 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti oldu. "
 
Namık Kemal: " Kardeşlik, gel yamacıma sokul biraz. Ben aylardır bu taş üstünde yatıyorum. Sen bir süre burada otursan güç kaybına uğramazsın. "
Serdar: " Vatan Yahut Silistre adındaki tiyatro oynanırken, sizi yakaladılar ve göz hapsine aldılar. Senaryosunu sizin yazdığınız bu oyun neden bazı kesimlerin işine gelmedi? " 
Namık Kemal: " Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Padişah 1. Abdülaziz'in hafiyeleri geldi ve seni bu oyundan ötürü tutuklamak zorundayız, dedi. Ben bağırarak oynanan tiyatronun konusu hakkında konuşmaya başlayınca iki adım gerilediler. Konuşmam bitince bileklerime kelepçe takmadılar. Öylesine karakola götürüp gözaltına aldılar. Sonrası işte bu Magosa ve zindan. "
 
Serdar: " Ben padişahın yerinde olsam, sizi yönetim üstünde tutar, devlet yapardım. Değişen çağa ayak uydurur, Osmanlı İmparatorluğu'na çağ atlatırdım. Böyle gelmiş böyle gider olmaz. Diğer devletler koşarken, Osmanlı'ya yürümek yakışmaz. Yakışmadı zaten. "
Serdar: " Ey vatan ve özgürlük şairi Namık Kemal. Gelin şöyle dışarı çıkalım. Çayırda yürüyelim. "
Namık Kemal: " Aman Serdar, sen ne diyorsun? Burası babanın çiftliği değil. Öyle istediğin zaman dışarı çıkamazsın. Sen istedin diye bu iş olmaz. "
Serdar: " Sayın Namık Kemal, ben istediğim zaman biz dışarı çıkarız. Ben istemedikçe onlar bizi göremezler. Buyrun önden siz yürüyün. Ben sizi takip ederim. " 
 
Serdar Yıldırım'ın öz benliği, Namık Kemal'in silüeti dışarı çıktı. Magosa Zindanı' nın karşısı çayırlık, çimenlikti. O yöredeki veya o ülkedeki güç sahipleri, defalarca uyarılmalarına karşın, yanlışlarından dönmüyorsa bunda bir sorun var demektir. Cumhuriyet ve özgürlük demeleri için, daha bir süre beklemek gerekir. Bunlar sonradan Cumhuriyet'in ve kişisel özgürlüklerin rahatını gördükçe biz neden bu fikirlere karşı çıktık diye kendilerine kızacaktır. 
Namık Kemal çayırda, çimende yürüdü, koştu. Bazı zamanlar, ben O' na yetişmekte zorlandım. Sonra bir ağacın dibine oturduk. 
Ben: " Sayın Namık Kemal, ben gelecekten geldiğime göre, sizin daha sonraki  yaşantınız hakkında bilgi sahibiyim. Siz isterseniz bunları anlatayım. "
Namık Kemal: " Aman Serdar, ne demek? Kim öğrenmek istemez geleceğinin nasıl olacağını? Anlat bakalım, ben hep burada mı kalacağım? "
" Siz ne kadardır buradasınız? "
" 2.5 yıl oldu. "
" Burada 8 ay daha kalacaksınız. Sonrasında kurtulacaksınız. "
" Neden? "
" Çünkü sizi buraya atan padişah 1. Abdülaziz tahttan indirilip yerine 5. Murat gelecek. O da pek çok tutuklu gibi sizi serbest bırakacak. Midilli Adası'na mutasarrıf tayin edileceksiniz. "
" Bak bu çok iyi. Demek ki, ben bu zindanda çürümeyeceğim. "
" Siz Kıbrıs'a sürgün edildikten sonra da Vatan Yahut Silistre sahnelenmeye devam etti. İlk 2 ay süresince bu oyun 47 defa oynandı.  Daha sonra İzmir ve Selanik'te üç yıl içinde 500 defa sahnelendi. "
" Ya Serdar, biliyor musun, iyi ki geldin. Bana sevinç ve huzur verdin. Buradan kurtulup özgürlüğe adım atacağım günleri bekler oldum. "
 
Daha sonra Namık Kemal'e yaşadığım güne gitmeyi teklif ettim. Saniyesinde evet dedi ve evimde belirdik. Namık Kemal evin salonunda sağa sola bakındıktan sonra, Serdar, bu ne değişik bir ev?  Bu, şu, o bunlar nedir? 
" Bu buzdolabı, şu çamaşır makinesi, o  televizyon. Şaşırmakta haklısınız. Bunlar sizin zamanınızda yoktu. Hepsi sonradan icat edildi. Buyurun bu odaya geçelim. Orada internet var. 
" Geçelim bakalım. Yeniliğe meraklıyım. Sen de beni şaşırtmaya devam et. "
" Sayın Namık Kemal, bu internet. Televizyon gibi. Televizyonda başkaları oynatır, sen seyredersin. İnternette sen oynatırsın başkaları seyreder. Bakın az sonra ekranda görünecek. Namık Kemal yazıyorum. Görüyor musunuz, sizin resimleriniz ve hayat hikayeniz çıkıyor. Ben sizin kadar meşhur olsam başka ne isterim. "
" Gerçeği söylemek gerekirse sen benim kadar meşhur olamazsın. Gelecek nesillerin beyninde benim kadar iz bırakamazsın. Sen bir kartal olsan her yıl aynı yerde yuva kurardın. Ben her yıl değişik bir yerde yuva kurdum ve ilk yuvamı özlemedim. "
" Görsellere giriyorum,  resimleriniz çıkıyor. Sizden 150 yıl sonra resimleriniz gözlerde, gönüllerde. "
" Aradan bir buçuk asır geçmiş. Dünya eskiyi özler, geleceği gözler olmuş. Ey Serdar Yıldırım, senin amacın nedir? Neden beni rahatsız ettin? "
" Benim amacım, yaşadığım çağ insanına Namık Kemal adındaki kaliteli bir beyin yapısının tanıtımını yapmaktı. O yüce bir beyindir ki, şiirden kapı açmış, hikaye derken, roman yazmaya yönelmiş. Ben de işe şiirden başladım. Şiir öksüzdür, arayan soran olmaz. Sonra masal, hikaye yazmaya yöneldim. Ben roman yazmaya yönelmeyeceğim. Anlatılmak istenen, kısa ve öz olarak anlatılmalı. "
 
" An geliyor ki, 5-10 sayfa hikaye yazmak yetmiyor. Olayı kesin, kati ve detaylı anlatmak gerekiyor. Belki okuyucu hikayedeki karakterin saç şeklini, şapkasını, giyimini, kuşamını merak edecektir. Sen hikaye yazarken bunları aklına getirmez misin? "
" Tabii ki getirmem. Konuyu kısa keserim. Sonuçta, okuyucunun beyninde ne, neden, niçin ve sebep kalır. Bence 4 sayfalık hikaye 200 sayfalık romana bedeldir. "
" Eee sıktın ama? Durup dururken kendini övüyorsun. Konu ben değil miyim? Aynı davranışı tekrar edersen, seninle öyle bir kavgaya tutuşurum ki, dünya gelse seni kurtaramaz. Padişah bile benden korktuğundan bu zindana attırdı. "
 
Aradan bir dakika geçti. Sertleşen havayı Namık Kemal yumuşattı: " Evde çay var mı, çay? Bir çay demle de içimiz ısınsın. "
" Evet var. Beş dakikada çayınız hazır olur. Yanında yiyecek bir şeyler de getiririm. Şu an evin ikinci katındayız. Siz isteyin ben pencereden aşağı atlarım. "
 
Dünya tarihi boyunca pek çok fikir ve düşünce sistemi insanları etkilemiştir. Bunların bazıları kısa ömürlü olmuştur. Bazıları ise, uzun ömürlü olmuştur. Gelecek yüzyılları şekillendirmiştir. Fakir biri, çağının çok ilerisinde fikirler öne sürse de taraftar bulamamıştır. Tarihin karanlıkları arasında kaybolup gitmiştir. Adam zengindir.  Taraftarı, inananı çoktur. Bunların fikirleri bin yıl sonrasına bile ulaşır.  Böyleleri dünya tarihinde vardır. İnsanlar, zengini sever. Zenginlik hayranlık uyandırır. Saraylar, köşkler, yalılar vardır. Bunlar hayatlarını sorunsuz yaşar. Alamama durumları yoktur. Parasıyla değil mi, her şeyi alırlar. Gün gelir geleceklerini satın alırlar. Sonunda bize ayrılan zaman doldu. Ayrılık vakti geldi. Magosa zindanına geri döndük.  
 
Namık Kemal: " Serdar, gel gitme, dedi. Burada benimle kal. " 
Serdar: " Ama, dedim, Sayın Namık Kemal burada kalamam. Daha önce de bizimle burada kal diyenler oldu.  Onlarla birlikte kalsaydım, size gelemezdim. Şimdi burada kalırsam geleceğe gidemem. En uzun paylaşımım sizinle olan olacak. Varın izin verin ben gideyim ve yaşadıklarımızı insanlara ulaştırayım. İnanın sevenleriniz milyonları aşacaktır. "
Namık Kemal: " Dediğin gibi olsun, varsın taraftarım çok olsun. Özgürlük ve bağımsızlık savaşçısı Namık Kemal diye araştırma yapsınlar. Acısını biz çektik sefasını onlar sürsün. O dediğin Mustafa Kemal ve  Türkiye Cumhuriyeti vizyonunu kaybetmesinler. "
 
Bebeklik çağları hariç ağlamayan Namık Kemal'in göz pınarlarından iki damla yaş süzüldü: 
" Ama, dedim, ağlıyorsunuz? " 
" Yok be Serdar, gözüme bir şey mi kaçtı, nedir? Beni rahatsız etti. Ben aylardır bu Magosa zindanındayım. Hep aynı gardiyan ve aynı sessiz gemi. Bu gardiyan benimle bir kelime konuşmadı. Yasakmış! Var git yoluna internet midir nedir, bu hikayeyi hazırla ve okuyucunun ilgisine sun. "
Sonunda Namık Kemal ile vedalaştık. Evime geri döndüm.  Şimdi tarih: 9-5-2024. Ben 90 gün uğraştım bu hikayeyi hazırladım. Okurlar, en çok  9 dakikada okur, bitirirler. Bu onların çabukluğundandır. Onların arasından çıkanlar, Namık Kemal'i benden çok daha iyi anlatacaklardır. 
 
SON
 
 
 
   
Наверх